Bir gün Everest Base Camp’e gitmek, çoğumuzun hayal ettiği ama nadiren cesaret bulduğu bir şeydir. Biz de bu hayali gerçekleştirmek için dört kişi olarak bir araya geldik; her birimiz farklı hikayeler, farklı motivasyonlar ve bir araya geldiğimizde ortaya çıkan derin bir bağlılıkla bu yolculuğa başladık. Ekipte liderimiz Bülent, hayalimizi gerçeğe dönüştüren Burak, Cengiz her adımımızda yanımızda olan ve birlikteliğimizi güçlendiren kilit isimlerdi.
Everest Base Camp’e gitme kararı aldığımızda, hepimizin içinde tarifsiz bir heyecan vardı. Doğanın çağrısı, bizi bilinmezliğin kollarına itiyordu. Her birimiz dağcılığı ve doğayı seviyor, yeni zirvelere tırmanma arzusu taşıyorduk; ancak bu yolculuk, düşündüğümüzden çok daha fazlasını sunacaktı. Fiziksel ve mental sınırlarımızı zorlayacak ve Everest’in büyüleyici atmosferinde kendimizi yeniden tanımlayacaktık. Burası yalnızca bir hedef değil, hayallerin somutlaştığı bir yerdi.
Everest Base Camp yolculuğu sadece bireysel bir hazırlık süreci değil, aynı zamanda ekip olarak uyumlu olmayı gerektiren bir hikaye. Her birimiz aylar öncesinden antrenman yapmaya başladık. Düzenli yürüyüşler, dayanıklılık artırıcı egzersizlerle kendimizi hazırladık; ancak en önemli hazırlıklardan biri de mental olarak hazır olmaktı. Yolculuk boyunca karşılaşabileceğimiz zorluklara karşı birbirimize güvenebilmek için ekip olarak daha yakın olduk, her birimiz diğerinin gücüne ve azmine güveniyordu.
Bu yolculuk; yokuşlar, vadiler, yüksek irtifanın zorlukları, manevi anlar ve elbette dostluk bağlarıyla bezenmişti..
Katmandu, Hindistan ve Tibet’in renkli etkilerini barındıran, kültürel ve mistik dokusuyla bizi hemen içine çeken bir şehirdi. Burada kaldığımız sürede Nepal mutfağının lezzetleriyle tanıştık. Katmandu’nun yerel restoranlarından biri olan Fire and Ice Pizzeria, Everest öncesinde ve sonrasında bize iyi bir moral kaynağı oldu. Bu restoranın İtalyan usulü pizzaları ve sıcak ortamı, baş döndüren karmaşanın ortasında huzur dolu bir kaçamak gibiydi. Burada, odun ateşinde pişmiş pizzalar, insanın içini ısıtan sıcacık çorbalar ve taze malzemelerle hazırlanmış salatalar bizi Everest yolculuğuna uğurlayan tatlardı. Şimdi ise Katmandu’yu keşfetme zamanıydı…
Monkey Temple olarak bilinen Swayambhunath Stupa, şehrin üzerinde bir tepede yükseliyordu. Burada çevremizi saran manevi hava, ibadet edenlerin yaktığı tütsülerin kokusu ve tapınağa çıkan uzun merdivenlerde etrafımızda dolaşan sevimli maymunlar, Katmandu’nun kendine has enerjisini hissetmemizi sağladı. Tapınağın zirvesinden aşağı baktığımızda, Katmandu Vadisi’ni saran devasa manzarayı gördük; bu büyüleyici görüntü, dağın önünde duyduğumuz heyecanı daha da büyüttü. Tapınak çanlarının hafif sesi rüzgara karışırken, burada vakit geçirmek bize adeta ruhani bir güç verdi.
Ayrıca Bhaktapur’u ziyaret etmek, sanki başka bir zamana yolculuk yapmak gibiydi. Eski saraylar, tapınaklar ve oymalı ahşap yapılar arasında gezerken, Nepal kültürünün derin köklerini hissettik. Bhaktapur’un kırmızı tuğladan binaları, tarihi çeşmeleri ve işçiliğin incelikle işlendiği tapınakları, her adımda bizlere büyülü bir atmosfer sunuyordu. Özellikle Nyatapola Tapınağı’nın beş katlı ihtişamı karşısında, kendimizi başka bir dünyada hissettik. Çömlekçiler Meydanı’nda ustaların ellerinde şekil alan çamur, Nepal’in binlerce yıllık kültürüne tanıklık ediyordu.Katmandu’da geçirdiğimiz her an, yolculuğumuzun bir parçasıydı; Everest’e gitmeden önce Nepal’in kültürel zenginliğiyle yoğrulmuş bu şehirde yaşadıklarımız, bizi Everest’e hazırlayan ilk adımlardı. Dağın zirvesine doğru yola çıkarken, Katmandu’nun izleri ve burada hissettiklerimiz içimizde bir rehber gibi yanımızdaydı.
Everest Base Camp yolculuğuna çıktığımızda, kalplerimizde dağlara kavuşmanın heyecanı vardı.
Katmandu’nun telaşlı sokaklarında, kalabalığın içinde kaybolmuş ama zihnen zirvenin soğuk sessizliğine adım atmak için hazırdık; ancak daha başlarken dağların kendine özgü zorlayıcılığını hissedecektik.
Yolculuğun planlandığı gün, Lukla’ya gitmek için heyecanla beklediğimiz uçak seferlerinin iptal olduğunu öğrendik. Hava koşulları sertleşmiş, Lukla sislerle kapanmıştı. Katmandu’da hapsolmuş gibiydik; beklemekten başka çaremiz yoktu. Biz de hemen alternatif planlar oluşturarak, helikopterle uçmaya karar verdik.
Bu bekleyiş, başlangıçta sadece birkaç gün sürecek gibi görünse de, sonunda beşinci güne kadar uzadı. Her sabah umutla helikopter pistine gidiyor, akşam olduğunda aynı üzüntüyle geri dönüyorduk. Katmandu’daki sokakların renkleri ve gürültüsü bile gözümüze gri ve donuk görünmeye başlamıştı. Dağlar bizi çağırırken orada, şehirde beklemek adeta sınav gibiydi. Bu yolculukta her birimiz Everest’e ulaşma umuduyla doluyduk; ancak bekleyiş uzadıkça umutlarımız da yavaş yavaş tükeniyordu.
Beşinci günün sonunda bir kırılma anı yaşadık. İçimizdeki sabır taşı çatlamıştı; faaliyetin iptal edilme riskiyle karşı karşıya kalmıştık.. ‘’Dağlar izin verirse, dağlar hep orada’’ telkinleriyle dolup taşsak da bir tarafımız paramparça olmuştu..
Ve tam o an, sanki kader bizi duymuş gibi, helikopterlerin kalkabileceğine dair bir haber geldi. Hepimizin içindeki heyecan patladı; gözyaşlarımız yeniden akıyordu ama bu kez mutluluktan. Birbirimize sarıldık; Everest hayalimizin ucundan dönmüş gibiydik. O kısa kucaklaşmalar, hepimizin içindeki endişeyi alıp götürdü, yerini o muhteşem dağlara ulaşacak olmanın coşkusuna bıraktı.
Gün sonunda helikopterimize binip Lukla’ya doğru yola çıktık. Katmandu’nun sokakları altımızda kaybolurken, her birimiz kalbimizde, daha güçlü, daha bağlı ve daha umut dolu bir şekilde dağların kucağına doğru uçuyorduk. Lukla’da havanın kapalı olması sebebiyle Sukre’ye indiğimiz an, Everest’in bizi bekleyen o ihtişamlı gölgesinde, yola koyulmanın anlamını yeniden keşfetmiştik. Artık sadece bir yolculuk değildi bu; dostluk, dayanışma ve dağların karşısındaki saygı dolu adımlarımızla başlayan bir yoldu. Ulu dağlara olan sevgimizle, başladığımız bu serüvenin her anı bizi daha da güçlü kılacaktı.
Sukre’den yaklaşık 20 kilogram çantalarımızla yürümeye başladığımızda sanki geçmişin tüm yükleri ardımızda kalmış, başka bir dünyaya adım atmıştık. Burası, dağa açılan ilk kapıydı. Heybetli zirveler yukarıda duruyor, bizleri karşılamaya hazırlanıyordu. Aramızdaki o sessiz anlaşmayla, bu yolculuk boyunca birbirimizi koruyup destekleyeceğimizi biliyor, her birimiz yeni bir dünyaya ilk adımı atmanın heyecanını taşıyorduk. Sukre’den 7 kilometre uzaklıktaki Ghat’a sırt çantalarımızla yürüyerek 5 saatte ulaştık. İlk geceyi 2400 metrede geçirerek, küçük bir guesthouse’da (konuk evi) konakladık. Burası kendini gizleyen bir sığınak gibiydi. Burada dağların sert rüzgarlarına henüz alışmamış olan bedenlerimizi dinlendirdik, ruhumuzu bu yola hazırladık. Basit bir odada uyumanın, sıcak bir çorbanın ve çayın kıymetini hissetmeye başladık. Dağda her küçük şey çok daha değerli; her yudumda bedenimizi güçlendirdiğimizi, her lokmada dağ yolunda bize enerji verecek bir yakıt aldığımızı biliyorduk. Ghat’tan ayrılırken artık sıradan hayatımızda önemsemediğimiz bu basit anların, yolculuğumuz boyunca bizi ayakta tutan en değerli şeyler olacağını fark etmiştik.
Ertesi sabah, Ghat’tan ayrıldık. Yükseldikçe irtifanın soğuk nefesi, her bir adımda daha çok hissedilmeye başlıyordu. Bedenimiz, gece boyunca yeterince dinlenememişti; ancak kararlılığımız sarsılmazdı. Önümüzde 10 kilometre ve 8 saatlik bir yürüyüş vardı, bu kez Namche Bazaar’a ulaşacaktık. Patikalar daralıp zorlaşırken, ardımızda bırakacağımız köylerin silueti uzaklaşıyor, derin vadilerde kaybolan nehirler ve kayaların arasına sıkışmış patikalar, yolumuzu daha da zorlu hale getiriyordu. Gökyüzü, adeta daha yakın görünüyordu; lakin bu yakınlık bir huzurdan çok, dağların büyüklüğünün verdiği bir güç gösterisi gibiydi.
Çevremizde yalnızca taş döşeli patikalar ve yükselen dağ sırtları vardı; ancak bu yalnızlık, içten içe bizi güçlendiriyordu. Ghat’tan yola çıkmadan önce, tüm ekip olarak gerekli izinlerimizi almak üzere Namche Bazaar’da bulunan Sagarmatha Ulusal Parkı İzin Ofisi’ne uğradık. Bu, Everest bölgesine adım atabilmek için zorunlu bir prosedürdü. Sagarmatha Ulusal Parkı’na giriş için ücretli bir izin alınması gerekiyor ve bu izin, yalnızca belirli bir park alanında dolaşabilmemize olanak sağlıyordu. Ayrıca, Everest bölgesine girebilmek için TIMS (Trekkers Information Management System) kartı alarak kaydımızı yapmamız gerekiyordu. Bu kart, kaybolmamız durumunda acil durum ekiplerinin bizi bulmasına yardımcı olacak önemli bir belgeydi. İzinlerimizi aldıktan sonra, park alanına girmek için bir noktada kaybolan nehirlerin üzerindeki köprüyü geçtik. İzinlerimiz, dağların, vahşi doğanın, zorlukların ve bu bölgenin sahip olduğu hikayelerin içinde kaybolmuş olan bir kimlik kartı gibiydi. Yüksek irtifada, yolda ilerlerken her adımda yalnızca doğa değil, kendimizi de keşfetmeye devam ediyorduk. O an, doğanın sunduğu her bir manzaranın kıymetini daha derinden hissettik. Parkın içindeki patikalara adım attıkça, manzaralar daha da büyüleyici hale geldi. Burak’ın enerjisi, yolda bize rehberlik ediyordu. Her ne kadar yorgunluğu kendini hissettirmeye başlasa da, bizi cesaretlendirmekten hiç geri durmuyordu. Biz onun rahatsızlığını fark etsek de, belli etmemeye çalışıyordu. Bu noktada, içimizde büyüyen bir endişe vardı. Yüksek irtifa, her birimizin sınırlarını test ederken, Burak’ın üzerine binen ekstra yük, başka bir testti. Hepimiz, ona destek olmak istiyorduk; ama korkularımızı birbirimize hissettirmemeye çalışarak yola devam ettik. Birbirimize sıkça bakıp moral vermek, zorlu yolculukların en değerli parçasıydı. Her durakta, bir adım daha atmanın verdiği gururu paylaşarak, hep birlikte ilerliyorduk. Yolun ilerleyen dakikalarında Burak’ın hız kesmeye başladığını fark ettik. O an, bu yolculuğun sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal bir sınav olduğunu anlayıp, içimizdeki kaygıyı derin bir nefesle bastırmaya çalıştık. Sagarmatha Ulusal Parkı’na doğru yaklaşırken, dağların eteklerinde yükselen dev çam ağaçları, bizi karşılamaya başlamıştı. Patikanın kenarlarına yayılmış sarı çiçekler, yolculuğumuzun ortasında bir umut ışığı gibi parlıyordu. Her adımda daha da yükselecek, karla kaplanmış zirveler arasında bir yolculuğa devam edecektik. O an, sadece doğanın sunduğu manzaralara odaklanarak içimizdeki endişeyi unutmak istedik.
Yüksekliğin getirdiği zorluklar bir yana, dağlar, içsel huzurumuzu da sınamaya başlamıştı. Patikada yürürken, gözlerimizdeki bakışlar birbirimizi buluyor, sadece sessizce yürüyorduk. Bizim için her bir adım bir başka dostluğu pekiştiriyor, başka bir hayali daha gerçeğe yaklaştırıyordu.
Namche Bazaar’a doğru yol alırken, dağların yükselen heybeti ve derin vadiler içimizde tarifsiz bir büyü bırakıyordu. Etrafımızdaki devasa zirvelerin gölgesinde, sanki her adımda biraz daha gökyüzüne yaklaşıyorduk. Dağlar burada başka bir dil konuşuyor, sessizlik bile bambaşka bir ahenkle yankılanıyordu. Namche’ye yaklaştıkça, manzaranın görkemi kalbimize dokunuyor, bu kutsal toprakların büyüsü içimizi titretmeye başlıyordu.
8 saatin sonunda 11 km’lik mesafeyi katederek 3440 metre yüksekliğindeki Namche’nin rengarenk evleri, bizi yorgun ama gururlu adımlarımızla karşılayacaktı..
Namche Bazaar’a vardığımızda, hepimiz bu yerleşimin sıcak atmosferinde biraz olsun rahatladık. Namche Bazaar, dağların ortasında, doğanın ortasına serpiştirilmiş renkli bir kasabaydı. Dağcıların soluklandığı kafeler, pazar yerindeki dükkanlar ve Tibet’in ince havasında asılı kalan tütsü kokuları…
Tepelerin arasına yerleşmiş bu kasaba, sanki dağların kucağında bir cennetti. Daracık patikalar, küçük dükkanlar ve etrafı saran beyaz dağ silsileleri… Namche’nin kalabalık çarşısından geçerken, insanın ruhunu sarıp sarmalayan, binlerce yıllık bir dağ kültürünün derin izlerini hissedecektik. Gün boyunca süren yürüyüşün ardından, kasabanın bir köşesindeki kahveci bizi davet edercesine çağırıyordu ve bir anda kendimizi orada bulduk. Rahat bir köşe bulup oturduğumuzda, bu anın tadını çıkarmak için derin nefesler alacaktık. Kahve fincanlarımızın buharı, soğuk dağ havasıyla birleşip etrafa yayıldı; tatlı pasta dilimleri ise enerji depolamak için mükemmel birer kaynaktı. İlk günün yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalışırken, dağların dinginliği ve çarpıcı soğukluğu tenimize işledi. Her birimiz, sessizce bu anın kutsallığını içimize çekecektik; doğanın böylesine engin ve sade bir güzellikle var olduğu bir yerde bulunmak, hayatımızın dönüm noktası gibi hissettiriyordu. Dağların sert ve bazen acımasız yüzünü düşünürken, bu yüksek irtifanın bizden neler isteyeceğini merak ediyorduk.
Gecenin karanlığında bile dağların gölgesi, yıldızların ışığında belirginleşiyordu. Karanlığın sessizliği içinde, sadece nefeslerimiz ve düşüncelerimiz yankılanacaktı. Namche’de geçirdiğimiz bu anlar, bize doğanın büyüklüğünü hatırlatacak ve ruhumuza işleyen dağların derin çağrısını duyurmaya devam edecekti. Gökyüzüne biraz daha yaklaştığımızı hissettiren bu ilk adım, artık geri dönülmez bir yolun başlangıcı olmuştu.
Namche’den Tengboche’ye doğru ilerlemek için sabah erkenden yola çıktık. 10 kilometreyi yaklaşık 6 saatte katedeceğimiz bu yürüyüş, yüksekliğin etkilerini daha da yoğun hissettiğimiz bir yoldu. Patikalar dar ve kayalık, çevremiz ise dağların görkemiyle doluydu. Ama bu güzellikler, bizim için içsel bir mücadele haline geliyordu.
3860 metre yüksekliğindeki Tengboche, ruhumuzu ve bedenimizi dinlendirdiğimiz bir mola noktasıydı. Buradaki manastırın kutsal havası, Himalayalar’ın büyüsünü ve dinginliğini hissetmemizi sağladı. Dağın yalnızca fiziksel bir sınav olmadığını, aynı zamanda ruhumuzu besleyen bir yolculuk olduğunu her hücremize kadar burada tekrar anladık. Tengboche’de Tibet mutfağından “Momo” adı verilen buharda pişirilmiş mantıları denedik; dağda, her lokmada bedenimizi ısıtan bu lezzetler, aynı zamanda bize bir kültürün parçası olduğumuzu hissettirmişti.
Everest Base Camp yolculuğumuzun her adımı Burak’ın vizyonuyla şekillenmişti. Bu hikayeyi birlikte yazmak için bizi bir araya getiren, planları organize eden kişiydi; ancak 3800 metreye ulaştığımızda,hepimizi derinden sarsan bir durumla karşılaştık. Burak, yüksek irtifa ve değişen hava koşullarının etkisiyle rahatsızlanmıştı. Yüksek irtifaya devam etmesi riskli olacağı için Namche Bazaar’a kadar inmesine karar verildi. Bülent, ekip lideri olarak bu zor kararı almak zorunda kaldığında, yüzünde kararlılığın ve sorumluluğun izlerini taşıyordu. Burak’ın sağlığının riske girmesi, ekibin güvenliğini sağlamak için Bülent’in liderliğini daha da öne çıkardı. Ekibin güvenliği, sağlığı, motivasyonu adına yaptığı her hareket, onun ne kadar iyi bir yol arkadaşı ve lider olduğunu gösteriyordu. Bülent, her birimizin sağlık ve güvenliğini öncelik haline getirmişti. Burak, kararlılıkla başladığı inişi tamamladı. Namche’de bir gece geçirdi ve toparlanmak için dinlenme fırsatı buldu. Ertesi gün, güvenli bir şekilde Katmandu’ya ulaşması için helikopterle iniş yaptı. Sonrasında da sıcak otelinden bizlere bol bol nispet fotoğrafları gönderdi..
Bu ayrılık anı, hepimizi duygusal olarak etkilemişti. Bülent’in liderliği sayesinde, bu zorlu anı daha kolay bir şekilde atlatmaya çalıştık. Her birimiz Burak’ın güçlü duruşunu düşünerek, onun azmini ve kararlılığını aklımızda tutarak ilerledik. Bülent, ekibin bir arada kalmasını sağlarken, aynı zamanda Burak’ın sağlığı konusunda doğru adımlar atmaya devam etti. Bu ayrılık anı, hepimizi duygusal olarak etkilemişti. Burak’ın sağlığının güvende olduğunu bilsek de onsuz devam etmek fikriyle yeni tanışmıştık.
Burak’ın gidişi, içimizde derin bir boşluk bıraktı. Yola devam ettiğimizde, aklımızda onun kahkahası vardı. Tengboche’den Pheriche’ye kadar uzanan 9 kilometrelik 5 saat sürecek yol, yalnızca fiziksel bir zorluk değil, ruhsal bir yolculuktu. Yürüdüğümüz patika, derin vadilerle çevrili ve göz alıcı manzaralarla doluydu. Güneş, dağların zirvesinde parlıyor; dağların yüceliği karşısında bizler yalnızca birer insan olduğumuzu bir kez daha hissediyorduk. Tengboche’den Pheriche’ye doğru yola çıktığımızda, gün henüz aydınlanmaya başlamıştı. Hava serin ama ferahlatıcıydı; dağların eteklerinden gelen rüzgar, içimizi bir canlılıkla dolduruyordu. Burak’ın gidişi içimizde bir boşluk bırakmıştı. Bülent liderliğinde, bu yeni yola adım atmak zorundaydık. Saat 07.30 sularında, patikaya adım attık. Yürüyüşümüzün başında, dağların yüceliği karşısında hissettiğimiz heyecan, bizi sarhoş ediyordu. Patikalar dar ve kayalık; her adımda karşımıza çıkan manzaralar, bizi büyülüyordu.
İlk saatler geçtikten sonra, etrafımızda sadece dağların sessizliği kalmıştı. Doğanın güzellikleri içinde kaybolmuş gibi hissediyorduk. Saat 10.00’a yaklaştığında ayaklarımızı yavaşlatmaya başladık. Yüksekliğin etkisi, vücudumuzda hissediliyordu; ancak Burak’ın iyi olduğunu düşünmek, her zorluğun üstesinden gelmemize yardımcı oluyordu. O an, kalbimizdeki boşluğun, dostluğumuzun derinliğini yansıttığını fark ettik.
Yürüyüşe devam ettiğimizde, ara vermek için durmaya karar verdik. Saat 10.30 civarında, dağların eteklerinde bir yerde durup kahve içtik. Etrafımızda açan çiçekler ve yeşil alanlar, ruhumuzu tazeliyordu.Tekrar yola çıkmaya karar verdik. Yavaş ama kararlı adımlarla ilerlemeye devam ettik. Her adımda, dağın ruhunu daha çok hissediyor, ona biraz daha yakınlaştığımızı düşünüyorduk. Artık saat 13.00’a yaklaşırken, Pheriche’nin görünmeye başladığı noktaya ulaşmıştık. Kalbimizde bir rahatlama hissi oluştu; ancak Burak’ı burada da görmek istediğimiz gerçeği hep bizimleydi..
4240 metrelik Pheriche’ye vardığımızda, gün ortasıydı ve etraf yavaşça canlanıyordu. Kalabalık bir kamp alanı bizi karşıladı; diğer dağcılar ve yerel halkla doluydu.. Böylece, Tengboche’den Pheriche’ye uzanan bu yolculuk, sadece bir mesafe kat etmek değil vedalar ve dostluk bağlarının derinleşmesinin hikayesi olacaktı.
Pheriche’den 8 km mesafedeki Lobuche’ye doğru yola çıkarken, gün yavaş yavaş ısınmaya başlıyordu. Yüksek irtifada geçen günlerin getirdiği zorluklar, içimizde bir azim ve cesaretle birleşmişti. Bülent liderliğinde, adımlarımızı daha da sıklaştırarak ilerlemeye hazırdık.
Saat 10.00 sularında, kamp alanından ayrıldık. Pheriche’nin sıcak ortamından çıkmak, başlangıçta biraz zorlayıcıydı; ancak dağların güzellikleri etrafımızda belirmeye başladıkça içimizi kaplayan heyecan, tüm yorgunluğumuzu unutturdu. Hava, sabahın serinliğiyle doluydu ama gökyüzü masmavi ve aydınlıktı. Her nefeste, dağların büyüklüğünü hissediyor, kendimizi doğanın bir parçası olarak görüyor, yavaş yavaş zirvelere doğru yol alıyorduk.
İlk saat boyunca, yürüyüşümüz düz bir patikada ilerliyordu. Doğanın sessizliği, sadece ayak seslerimizle bozuluyordu. Saat 11.00 civarında, hafif bir yokuşla karşılaştık. Bu, kalbimizde bir heyecan dalgası yaratırken, yüksek irtifanın getirdiği yorgunluğun da arttığını hissetmeye başladık. Dağların yüceliği karşısında, yükseklik hissi içimizi ürpertiyle dolduruyordu.
Pheriche’den ayrıldığımızda yükselmenin bedeli her bir adımda kendini hissettiriyordu. Tırmanırken, yükseklik artık sadece rakamlardan ibaret değil, her nefes alışımızda derin bir soğuklukla yüzleştiğimiz bir gerçeğe dönüşmüştü. Etrafımızda devasa kaya kütleleri, uzun zamandır sessizce dağ geçitlerini bekleyen eski dostlar gibi tırmanışımıza tanıklık ediyordu. Bu yüksekliklere çıkmış her dağcının hatırlayacağı bir noktaydı Thukla, adeta zirveye giden yolun sessiz bekçisiydi..
Thukla’ya yaklaşırken, önümüzde belirginleşen anıt taşları gördük. Bunlar, yıllar içinde bu zorlu yolculukta hayatını kaybetmiş dağcılar için yapılan taş yığınlarıydı. Birkaç dakika burada durup sessizce etrafı izlerken, onların da bir zamanlar tıpkı bizim gibi aynı yolda yürüdüğünü düşünmek, içimizde derin bir saygı ve hüzünle karışık bir bağ yarattı. Bu taş anıtlar, zirveye olan tutkunun ve dağlara duyulan saygının sessiz birer sembolüydü. Her biri, dağların insana sunduğu güzelliklerin bedelini hatırlatıyordu bizlere.
Thukla, yüksekliği yaklaşık 4.600 metre olan bir geçit. Etrafında hiçbir büyük yapı yok; burada sadece doğanın görkemli sadeliğiyle baş başasınız. Bu ıssızlık ve sessizlik, doğanın bizden ne kadar büyük olduğunu hissettiriyordu. Nefesimiz kısa kısa kesilirken, manzara bir yandan göz alıcı bir yandan ürpertici geliyordu.
Dağların serin nefesi yüzümüze vuruyor, her yandan esen sert rüzgar içimizi titretiyordu.
Çantalarımızı yere bırakırken, yanımızdaki akarsuyun sesi, ruhumuzu dinlendiriyordu. Dağların eteklerinde açan çiçekler, doğanın bu güzelliklerini daha da görünür kılıyordu. Sıcak çay ve çikolatalı kek eşliğinde, birkaç dakika boyunca doğanın sesine kulak verdik. Bu an, sadece bir dinlenme değil, aynı zamanda zorlu yolculuğun ortasında yeni bir nefes almak için bir fırsattı.Bir süre sonra Thukla’yı arkamızda bıraktık. Sessizce ilerlemeye devam ederken, çevredeki kayaların, dağların ve rüzgarın arasında artık yalnızca biz ve zirveye olan hayalimiz vardı. Thukla, bize doğanın en zorlayıcı yüzünü göstermişti, ama bu zorluk aynı zamanda daha ileri gitmemiz için bir çağrı gibiydi. Bu kısa ama anlamlı durak, bize hem dağların sessiz bekçiliğini hem de kendi içsel gücümüzü hatırlatıyordu.
Yola tekrar çıktığımzda, patika daha da dikleşmeye başlamıştı. İleriye doğru atılan her adım, daha fazla çaba gerektiriyordu. Saat 14.30 civarında, Lobuche’ye yaklaşmaya başladığımızda, çevremizdeki manzaralar da giderek daha etkileyici hale geliyordu. Yüksek dağların yüceliği ve karla kaplı zirveler, gözlerimizi kamaştırıyordu.
Sonunda, saat 14.45’te 4910 metre yüksekliğindeki Lobuche’ye vardık. Yorgun ama mutlu bir şekilde, bu küçük dağ köyünün sıcak ortamında buluşmanın sevincini yaşadık. Lobuche, etrafını saran dağlarla çevriliydi ve bu manzara, içimizdeki tüm yorgunluğu unutturmuştu. Burada, dağların enginliği ve güzellikleriyle dolu bir dünya bizi bekliyordu.
Bu hikaye sadece fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda doğanın sunduğu güzellikleri keşfetmenin ve birbirimizle olan bağlarımızı güçlendirmenin hikayesiydi. Pheriche’den Lobuche’ye uzanan bu yolculuk, zirvelere doğru attığımız her adımda kalbimizi ve ruhumuzu beslemeye devam edecekti.
Lobuche’den Gorak Shep’e doğru yola çıkarken, günün aydınlık yüzü bizi karşılıyordu. Dağların gölgesinde geçen anlar, içimizdeki enerjiyi tazelerken, adımlarımızı daha kararlı bir şekilde atmamıza olanak tanıyordu. Yüksek bir motivasyonla, bu son etaba girmeye hazırlanırken, heyecan ve huzur dolu bir duygu karmaşası içindeydik.
Saat 07.30’da Lobuche’nin küçük köyünden ayrıldık. Önümüzde 5 kilometrelik bir yol vardı. Hava soğuk ama ferahlatıcıydı. İleriye doğru giden patika, sarp kayalıklarla doluydu ve her adımda nefesimizi kesen manzaralarla doluydu. Yüksek irtifa, vücudumuzu yavaşça sarsarken, dağların yüceliği ruhumuzu besliyordu.
Yürüyüşümüzün ilk saatlerinde, doğanın sunduğu manzaralar arasında kaybolmuştuk. Zaman zaman hafif bir rüzgar esmeye başladı ve bu rüzgar, dağların sesiyle birleşerek içimizi bir huzurla doldurdu. Yolda karşımıza çıkan büyük kayalar ve dev gibi duruşları, doğanın gücünü gözler önüne seriyordu. Bu anlarda, dağların içindeki yolculuğumuzun yalnızca fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda ruhsal bir keşif olduğunu daha da derinden hissetmeye başladık.
Saat 10.00 sularında zirveye giden son adımların heyecanı bizi sarhoş etmişti. Etrafımızda yükselen karla kaplı dağlar, bizi çağırıyor gibiydi. Gökyüzü masmavi, bulutsuzdu; bu, bize doğanın sunduğu eşsiz bir armağandı. Hızla ilerlerken, dağların yüceliği karşısında bir hayranlıkla durup, nefes almak zorunda kaldık.
O an, dağların büyüsünü içimizde hissettiğimiz bir andı.
Sonunda, saat 11.00’da 5170 metre yükseliğindeki Gorak Shep’e vardık. Yorgun ama mutlu bir şekilde bu köye adım attığımızda, Base Camp’e olan tutkumuzu iyice hissetmeye başladık. Gorak Shep, yüksek dağların eteklerinde, sükunetle dolu bir yerleşimdi. Gözlerimizi kapatıp derin bir nefes aldık ve dağların büyüsünü içimize çekmeye çalıştık. Burası, yüreklerimizde açtığımız yeni bir sayfanın eşiğiydi.
Gorak Shep’in büyüsü, zorlu yolculuğumuzun sonlarına yaklaştığımızı müjdeliyordu. Dağların yüceliği ve bizlerin dayanıklılığı, bu yolculuğun hikayesinin en önemli parçalarıydı. Artık zirveye giden son adımlara doğru ilerlemenin heyecanıyla dolup taşarken, içimizdeki dağların sevgisi bu yolculuğu anlamlı kılıyordu. Kalbimizde tarifsiz duygularla Base Camp’e doğru adımlarımızı attık..
Gorak Shep’ten hayalimize doğru saat 13.00’da yola çıktı. Çok az kalmıştı.. Saat 15.00’da Base Camp’e vardığımızda, kalbimiz mutluluk ve gururla dolup taştı. O an, sanki tüm zorlukların üstesinden gelmişiz gibi hissediyorduk. Gözlerimdeki yaşlar, mutluluğun ve hayallerin gerçeğe dönüşmesinin bir yansımasıydı. Etrafımızdaki muhteşem manzara, yüreklerimizde bir şeylerin değiştiğini hissettiriyordu. Dünya’nın çatısının eteklerine ulaştığımızda, bu ‘’an’’ı aynı zamanda Burak için de fethetmiş gibi hissettik. Bülent’in kararlılığı, zorluklarla dolu bu yolda ekibi birbirine kenetleyen bir güç olmuştu. Base Camp, bizler için sadece bir varış noktası değil; aynı zamanda azmimizin ve hayallerimizin simgesiydi. O an, Base Camp’e ulaşmanın ötesinde, kalplerimizin bir arada attığı, ruhlarımızın doğanın kucaklayışında birleştiği bir yer haline geldi. Bu mabet yalnızca dağların değil, içsel yolculuğumuzun ve hayallerimizin de bir parçasıydı. Bu anı, hayatımız boyunca kalbimizde saklayacak, ruhlarımızda derin izler bırakacak bir anı haline getirecektik. İşte burada, yükseklerde, hayalimizdeki zirveye doğru attığımız her adımın, her nefesin bir anlamı vardı; çünkü birbirimizi destekleyerek ilerliyor ve hayallerimizin peşinden koşuyorduk.
Base Camp hikayesi, sadece fiziksel bir hedef değil; kalplerimizin bir arada attığı, ruhlarımızın birleştiği bir yolculuk olmuştu. Her adımda, her nefeste, birlikte yükselmenin verdiği tatminle ruhlarımızı en derinliklerine kadar doldurmuştuk..
Selam olsun yüreğimizdeki sevdaya..
Everest Base Camp Hikayesi: 12-25 Ekim 2024
Merve PEKCAN